https://www.haytap.org/tr/atna-mezar-ta-dikip-koepeine-yazan-tuerkiye-hayvan-soykrm-murat-bardakc
Atına Mezar Taşı Dikip Köpeğine Yazan Türkiye, Murat Bardakçı
Hem insanî hisleri, hem de inancının getirdiği merhamet duygusu ile tarihi boyunca hayvanları seven, onlara bakan, koruyan ve gözeten bir toplumun şimdi böylesine bir nefretle hayvan soykırımına soyunması aslında tuhaftan da ötedir ve davranışların bu noktaya gelmesinin ardındaki sebepler de ortaya çıkartılmayı beklemektedir!
Anne-babalar tarihimiz boyunca çocuklarını eğitme ve iyi yetiştirme bahanesi ile de olsa dövmüş, devlet teb’asına bazen her türlü zorluğu çıkartıp akla gelmeyen eziyeti yapmıştı ama aynı anne-babalar ile devlet hayvanlara kötü muamele edilmesine mâni olabilmek için de her türlü tedbiri almıştı...
SİNAN’IN VAKFİYESİ
Geçmişte, hayvanlara millet olarak ve ziyadesi ile düşkündük. Yüksek binaların duvarlarına “kuşevleri” inşa eder, hayvanlar için vakıflar bile kurar, hattâ bambaşka maksatlarla kurulmuş olan vakfiyelere de özel maddeler ilâve ederdik. Meselâ, Mimar Sinan, Kayseri’deki vakfiyesinde “Ağırnas köyünde yaptırdığım çeşme ile etrafındaki geniş arazi hayvanların su içmesi ve dinlenmeleri içindir” demiş, Kanuni’nin kızı Mihrimah Sultan “Fakirlere hergün iki defa birer tas buğday çorbasıyla ekmek dağıtılacak ve at başına yem sadakası verilecektir” kaydını düşmüş, Mürselli Hacı İbrahim de Ödemiş’teki vakfiyesine “Yeni Cami’de kalan leyleklerin yiyecekleri için her sene yüz kuruş verilecektir” maddesini koymuştu.
Sonra “batılılaşmaya” başladık ve ilk hayvan katliamının emrini 19. asrın ilk çeyreğinde bizzat zamanın hükümdarı İkinci Mahmud verdi, İstanbul’daki bütün köpeklerin Hayırsızada’ya gönderilmesini buyurdu! Birkaç gün sonra şehirde neredeyse tek bir hayvan bile kalmadı ama halktan tepkiler yükselip de “Hayvanlara eziyet uğursuzluk getirir, başımıza iş açılacak” diye homurdanmalar başlayınca sağ kalan köpekler geri getirilip yeniden İstanbul sokaklarına salındı. Ama beklenen uğursuzluk gecikmedi: Yunanistan isyan etti, Avrupa donanması Türk donanmasını Navarin’de ateşe verdi (1827) ve Türkiye’nin elinde tek bir savaş gemisi bile kalmadı! Aradan seneler geçti, 1910’a gelindi ve bu defa da İstanbul “Şehremini”, yani belediye başkanı “köpek meselesini” çözmeye kalkıştı; Haziran başında İstanbul’daki bütün sokak köpekleri yeniden Hayırsızada’ya yollandı.
Birkaç gün içinde 80 bin civarında köpek çatanalara yüklenip ölüm yolculuğuna çıkartıldı, adada hepsi açlıktan birbirini yedi ve hemen ardından da Balkan ve dünya savaşları patladı.
ACABA HANGİSİ HAYVAN?
Son senelerde ise daha da bir tuhaflaştık... Kedileri ve köpekleri fırınlara atıp yaktık, bazı belediyeler üç kuruş uğruna hayvanları ölümüne dövüştürür oldu, beceriksiz kasaplar kurban bayramlarında boğaların bacaklarını kestikten sonra bıçağı hayvanın şahdamarına saplayıvermeye başladılar. “Hayvan” dendiğinde, bir kesim her nedense sadece nefret duyar hâle geldi..
Aşağıda devletin vakti zamanında hayvanlara iyi muamele edilmesi için aldığı iki kararı ve bu sayfadaki kutularda da yine hayvan sevgisi konusunda dünyada eşi olmayan uygulamalardan bazılarını okuyacaksınız... Bütün bu insanî hareketlerin ardından bugün hayvan katliamı için kanun çıkartacak noktaya gelmemizin sırrını ben bir türlü çözemiyorum, acaba siz anlayabilecek misiniz?
1587’DE ÜÇÜNCÜ MURAD’IN ÇIKARTTIĞI “BEYGİRLERİ İYİ BESLEME” FERMANI:
Sultan Üçüncü Murad, tarih üstadı Ahmed Refik tarafından bundan 90 sene kadar önce bulunan fermanında “Beygirlere eziyet edenlerin hakkından geleceğini” söylüyordu: “...
İstanbul Kadısı’na emirdir:
"Mutluluklarla dolu makamıma gelen şikâyetlerden hasta, yaralı, nalsız ve semerleri harabolmuş bazı beygirlerin yük taşımakta kullanıldıklarını ve üzerlerine aşırı yük vurulduğunu öğrendim. Taşıma işiyle uğraşanların beygirlerine bundan böyle hayvanın tahammülünün üzerinde yük koymaları, sakat ve zayıf beygirleri kullanmaları yasaktır. Hayvanlar gayet iyi beslenecek, sahipleri beygirin ardından değil önünden yürüyecek, dağılmalarına ve etrafa zarar vermelerine mâni olacaklardır. ...Sana vaziyeti anlattıktan sonra şöyle buyuruyorum: Yukarıda söylediklerime her şekilde itaat edilmesini sağlayacak, emirlerime uymayanların isimlerini şerefli makamıma sunacaksın, ben de haklarından geleceğim! Buyruğumu kaydedecek, hammalların kethüdalarına emrimi duyuracak ve aksine davranmaktan kaçınacaksın...”
1856’DA SULTAN ABDÜLMECİD ZAMANINDA DANIŞTAY’IN HAZIRLADIĞI “ATLAR İÇİN HAFTA TATİLİ” EMİRNÂMESİ:
Prof. Dr. Vahdettin Engin’in Osmanlı Arşivleri’nde bulduğu 2 Ekim 1856 tarihli bu talimatta, yük beygirlerinin cuma günleri çalıştırılmaları yasaklanıyordu: “...Yük beygirlerinin cuma günleri tatil yapmaları, sahiplerinin bu tatil günlerinde çalıştırılmayan beygirlere binmemeleri ve semerlere demir çubuklar mıhlattırmamaları eski âdetimizdir. Ama, bir müddetten beri bu usule riayet edilmemekte, hayvanlar cuma günleri de çalıştırılmakta, üstelik çalışmayan bazı beygirler de o günlerde sahipleri tarafından binek hayvanı olarak kullanılmaktadır. Hiç de hoş olmayan bu gibi uygulamalar, asla câiz değildir. Meclis-i Vâlâ’nın (Danıştay’ın) aldığı karar uyarınca, beygirlere bundan böyle cuma günleri tatil yaptırılacak ve semerlerinin üzerine çivi çaktırılmayacaktır. Ayrıca, yine bu hususta beygir sahipleri ile ekmek ve sebze taşıyan esnafın kethüdalarına da gerekli tebligatta bulunulacak, esnaf devamlı olarak kontrol altında tutulacaktır...”
Dünyada at için dikilen ilk ve tek mezartaşı kitabesi bizdedir
TÜRKÇE’de gri renkli atlara “kır”, atın tüylerinin üzerindeki beneklere de “sis” denir. Tarihlere “Genç Osman” diye geçen Sultan İkinci Osman’ın atı bu renkte ve benekli olduğu için “Sisli Kır” ismi verilmişti. Sisli Kır günün birinde dünyasını değiştirince padişah derin bir hüzne daldı ve can yoldaşı gibi gördüğü hayvanının ismini sonsuza kadar yaşatmak istedi. Atın naaşının Üsküdar’daki Kavak Sarayı’nın avlusuna defnedilmesini buyurdu ve başına bir de mezartaşı diktirdi!
Hükümdarın yerine getirilen emri garip bir netice verdi ve ortaya tarihin hem ilk, hem de son “at evliyası” çıktı. Hasta atlar şifa bulmaları için Sisli Kır’ın mezarının başına getirilip kabri üç defa tavaf ettirildiler. Aradan asırlar geçti, Kavak Sarayı yıkılıp gitti ve Sisli Kır’ın mezar kitâbesi sokağa düştü. Mermer kitâbe 20. yüzyılın ilk çeyreğinde bir evin duvarına dayalı vaziyette bulundu ve zamanın Âsâr-ı Atîka Müzesi’nin yani bugünün Arkeoloji Müzeleri’nin müdürü olan Halil Edhem Bey, Sisli Kır’ın taşını Çinili Köşk’e naklettirdi.
Sisli Kır’ın 96 santim uzunluğunda ve 62 santim genişliğinde olan mezartaşının kitabesinde şunlar yazıyor: “Zıll-i Hak (Allah’ın gölgesi) Hazret-i Osman Han’ın / Sisli Kır nâm (isimli) atı öğülmüştür / Emr-i Yezdân ile mevt irişecek (Allah’ın emriyle ölüm gelince) / Bu makam içre (buraya) o gömülmüştür” Sisli Kır’ın mezar kitâbesi.
Neyzen Tevfik, köpeğinin ardından mersiye yazmıştı
NEYZEN Tevfik genellikle hicivleri ile bilinir ve sadece bir hiciv şairi olduğu zannedilir ama pek öyle değildir... Derin mânâlarla dolu hassas ve zarif mısraları da vardır...
Şair, geçmiş zaman İstanbul’unun en namlı hayvan dostlarındandı ve Mernûş ismindeki köpeği, Neyzen’e senelerce can yoldaşı olmuştu. Neyzen neredeyse Mernûş da oradaydı, hatta şair arada bir alkol tedavisi için Bakırköy Akıl Hastahanesi’ne giderken Mernûş’u da yanında götürür ve hastahanede beraber kalırlardı. Mernûş 1934’te yine sahibiyle beraber Bakırköy’de bulunduğu sırada göçüp gitti!
Neyzen, kızkardeşi Behiye Hanım’ın hediyesi olan ipekli gömleğini köpeğine kefen yaptı, Mernûş’u aralarında doktorların da bulunduğu bir cemaatin refakatinde hastahanenin bahçesine defnetti ve sonra da bir mersiye yazdı.
İşte, Neyzen’in “Hatırını kırdımsa beni affet” gibisinden samimi ifadelerle dolu “Mernûş” mersiyesi:
“Bu engin ayrılık canıma yetti, /
Başımdan aşıyor kederim Mernûş. /
Bu yolda yazılmış fermân-ı kazâ, /
Bunu da gösterdi kaderim Mernûş.
Bağlanmıştım bütün kalbimle sana, /
Şu fâni cihanı okuttun bana. /
Sen göçtükten sonra ben yana yana, /
Hicranla gözyaşı dökerim Mernûş. Bu yolda cahilim, bildiğim kısa, /
Sen girdin toprağa ben düştüm yasa. /
Haklı haksız hatırını kırdımsa, /
Affeyle günahım, beşerim (insanım) Mernûş!”
07 Ekim 2012 Pazar
Murat Bardakçı