https://www.haytap.org/tr/-hayvan-haklarina-g-gary-l-francione
HAYVAN HAKLARINA GİRİŞ - Gary L. Francione
Gary L. Francione, yıllar önce hukuk fakültesindeyken, bir arkadaşının hamster’ını sahiplendi.Bir gece hamster hastalandı, o da acil hizmet veren bir kliniği aradı. Veteriner, acil hizmet için asgari ücretin 50 dolar olduğunu söyledi ve sordu:
3 dolara yenisini alabilecekken neden o hamster için bu kadar masraf yapmak istiyorsunuz? Francione gerisini şöyle anlatıyor: Buna rağmen hamster’ı o veterinere götürdüm, ama bu olay hayvanların ekonomik meta statüsünü net biçimde idrak etmemi sağladı. Francione, bugün önemli bir hayvan hakları kuramcısı.
Hukuk ve Felsefe profesörü olan Francione’un Hayvan Haklarına Giriş kitabı, İletişim Yayınları tarafından Türkçe’ye çevrildi. Bu kitap yayınevinin başlattığı Hayvan Hakları Dizisinin de ilk kitabı. Hayvanları koruma kanunlarında sıkça geçen insanca muamele kavramını pratikte uzun süre uygulanamaz bulan Francione, radikal fikirleri ile diğer kuramcılardan ayrılıyor. Hayvan hakları sorunun ana sebebinin hayvanların ticari bir meta olarak alınıp satılması olduğunu söylüyor. Ona göre hayvanlar alınıp satıldığı; mal olduğu sürece, her zaman sahibinin çıkarı onların iyilik ve sağlığından önde gelecek. Kitabı okurken hem içiniz acıyor, hem de düşünüyorsunuz.
Yazar kitabın bir bölümünde yıllardır karşılaştığı soruları derlemiş. Bu sorulara verdiği cevaplarda hayvanların neden hakları olması gerektiğini anlatıyor. İşte onlardan bazıları:
İnek, tavuk ya da laboratuvar faresi gibi evcilleştirilmiş hayvanlar, biz kendi amaçlarımız için onları dünyaya getirmiş olmasak zaten var olmayacaklardı. O halde onlara kaynaklarımız olarak muamele etmekte serbest değil miyiz?
- Hayır, bir canlının var olmasından bir şekilde sorumlu olmamız ona kendi kaynağımız (gelir, kazanç, sağlık vb. sağlayıcı öğe) olarak muamele etme hakkını bize vermez. Öyle olsaydı, kendi çocuklarımıza da kaynağımız olarak muamele etmemiz meşru olurdu. Ne de olsa onlar da bizim eylemlerimiz ve kararlarımız olmasa dünyaya gelmeyeceklerdi. Çocuklarımıza nasıl davranacağımız konusunda belli ölçüde tasarruf hakkına sahip olsak da, bunun sınırları vardır. Onlara hayvanlara davrandığımız gibi davranamayız. Onları köleleştiremeyiz, fuhuş yapmaları için satamayız, ya da organlarını satamayız, onları öldüremeyiz.
Haklar insanlar tarafından tasarlanmıştır. Hayvanlara uygulanmaları nasıl söz konusu olabilir?
- Ahlaki haklar sadece onları tasarlayanlar için geçerli olsaydı, insanlığın büyük kısmı ahlaki topluluktan dışlanmış olurdu. Amerika’da bugün anladığımız biçimiyle hak anlayışı başlangıçta sadece varlıklı beyaz erkek toprak sahiplerinin çıkarlarını korumak amacıyla geliştirilmişti. Zamanla eşit gözetilme ilkesini kavradık ve hakları başka insanları da kapsayacak şekilde genişlettik.Hayvanların hak anlayışını geliştirmemiş olmaları ya da bunu kavrayamayacak olmaları önemli değil. İnsanların da haklarından yararlanabilmek için bunu kavramaları gerekmiyor. Örneğin zeka geriliği olan bir insan, hakkın ne demek olduğunu kavramayabilir ama bu onu temel haklarından mahrum bırakabileceğimiz anlamına gelmez.
Kurumsallaşmış pet sektörü hayvanların mal yerine konmama hakkını ihlal eder mi?
- Evet. Petler bizim malımızdır, köpekler, kediler, hamsterlar, tavşanlar, fabrikada üretilen seri mallar gibi üretilirler, petler aynen meta gibi pazarlanırlar. Bazılarımız dostlarımıza iyi muamele etsek de, çoğunluk onlara gereken bakımı sağlamaz. Amerika’da köpeklerin çoğu hayatlarının sadece iki yılını bir evde geçirdikten sonra ya barınağa bırakılıyor ya da başka biri tarafından sahipleniliyor. Hayvan sahiplerinin yüzde 70’i onları başkasına veriyor, barınağa bırakıyor ya da sokağa terk ediyor. Bazıları petlerini sevdiklerini iddia etseler de kulaklarını, kuyruklarını kestiriyor, mobilyalara zarar vermesinler diye tırnaklarını kesmekte sakınca görmüyor. Köpeğinizi disiplin amacıyla her gün dövmeye, kedinizi bodrumdaki fareleri yakalasın diye aç bırakmaya, ya da masrafından kurtulmak için hayvanınızı öldürmeye karar verirseniz, bu kararlarınız yasalarca korunma altında.
Hayvanların, insanların malı olarak kullanılmasına son vermekten yanaysanız, hayvanlar üzerinde yapılan araştırmalar sayesinde sağlığına kavuşan insanlara hayvanlardan daha az değer vermiş olmuyor musunuz?
- Elbette hayır, bu soru mantıksal ve ahlaki açıdan insan köleliğini kaldırmayı savunanların, kökelik kaldırıldığında ekonomik krizle yüz yüze kalan Güneylilerden çok, kölelere değer verdiklerini söylemekten farksızdır. Sorun, kime daha çok değer verdiğimiz değil, hissetme yetisine sahip canlılara -ister insan ister insandışı olsun- birer meta ya da başkalarının amaçlarına götürecek araçlar olarak muamele etmenin ahlaken meşru olup olmadığıdır.
Hayvanlar üzerinde yapılan deneyler sonucu geliştirilen ilaçlardan ya da tıbbi işlemlerden yararlanmak hayvan hakları anlayışıyla çelişmez mi?
- Hayır, çelişmez. Hayvan sömürüsünü savunanlar, genellikle hayvan kullanımının nimetlerinden yararlanmanın hayvan kullanımını eleştirmekle çeliştiğini öne sürerler. Bu yaklaşım elbette saçmadır. Örneğin kentimizdeki sular idaresinin çocukları çalıştırdığını bizim de çocukların çalıştırılmasına karşı olduğumuzu farz edelim. Sular idaresi çocuk haklarını ihlal ediyor diye susuzluktan ölmemiz mi gerekiyor. Tabii ki hayır, çocukların bu şekilde kullanılmasına son verilmesi için mücadele etmekle yükümlüyüz ama bu yüzden ölmekle yükümlü değiliz.
Hayvanların hakları varsa hayvanların birbirlerini öldürmelerini de engellememiz gerekmez mi? Ya da hayvanlara herhangi bir nedenle zarar gelmesini engellememiz gerekmez mi?
- Tabii ki hayır, toplum olarak hayvanların çıkarlarını ahlaken önemsememiz ve hayvan sömürüsünü salt düzenlemekle değil, sona erdirmekle yükümlü olduğumuzu kabul etmemiz halinde, hayvanlara meta muamelesi yapılmasını yasaklayan ve cezalandıran yasalar çıkaracağımız muhakkaktır. Ama bu insanların, hayvan öldürdüğünde insan öldürdüğü kadar ceza alması anlamına gelmez. Bir cezanın uygulanması, suçun mağduru olan aileye bir nebze de olsa tazmin sağlar; pek çok hayvanın ailelerini ya da sürü üyelerini kaybedince acı duyduklarını gösteren etolojik kanıtlar olsa da, olayın bir mahkemeye taşınması onlar açısından hiçbir şey ifade etmez.
Hayvanların, onları kullanmamız yüzünden büyük acılar çektikleri doğrudur ve onları eğlence gibi keyfe keder amaçlarla kullanmamamız gerekir, ama insanların et yemekten vazgeçmelerini nasıl beklersiniz?
- Bu soru, tartışmamızı sonlandırmak açısından çok uygun, çünkü insan-hayvan ilişkisi konusunda genel kafa karışıklığımızı gösteriyor. Pek çok insan et yemeyi sever. Bana ’et yemenin ahlaken yanlış olduğunu biliyorum, ama hamburgere bayılıyorum’ diyen öyle çok insan oldu ki. Et yemeyi sevmek maalesef et yemeyi meşrulaştıran bir iddia değildir. Et yemeyi seviyor olmamız bir ahlak ilkesini çiğnememizi mazur göstermez. Ahlaklı olmanın önemli olduğunu düşünüyorsak, ahlakın gereklerine de uymamız gerekir.
PET SAHİBİ OLALIM DİYE HAYVAN ÜRETİLMESİNE KARŞIYIM
-Çok sevdiğim yedi köpek dostumla birlikte yaşayan biri olarak, bu meseleyi çok önemli buluyorum. Dostlarıma ailemin üyeleri gibi davransam da, onların benim malım olduklarını ve yarın öbür gün onları öldürtebileceğimi biliyorum. Köpeklerle yaşamaktan büyük zevk alsam da, yeryüzünde sadece iki köpek kalsa bile sırf biz pet sahibi olabilelim diye çoğaltılmalarını savunmazdım. Çünkü bu onların mal statüsünü devam ettirir. Köpeklere gerçekten değer veren herkes, bir köpek çiftliğini ziyaret etmeli. Bunlar binlerce köpeğin üretildiği ve sırf meta muamelesi gördüğü işletmeler. Elbette halen hayatta olan bütün evcilleştirilmiş hayvanlara en iyi bakımı sunmalıyız, ama onlara sahip olmak için yeni hayvanlar dünyaya getirmeye de son vermeliyiz.
Ayten SERİN
Hurriyet 5/4/2008
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/8617795.asp?yazarid=90
Önde gelen hayvan hakları kuramcılarından biri olan Gary L. Francione, “radikal” fikirleri ile diğer kuramcılardan ayrılıyor. Bu kitapta, hayvanları koruma kanunlarında temel alınacak kadar yaygınlaşan “insanca muamele” ilkesinin pratikte hiçbir hükmünün olmadığını savunuyor. Ona göre, hayvanlar insanların malı olduğu sürece, hayvanların acısını azaltmaya yönelik hukuksal düzenlemeler bir anlam ifade etmeyecektir. Çünkü mal sahibinin çıkarları, her zaman malının çıkarlarından öncelikli olacak ve bu gibi durumlarda hayvanların payına yine zulüm düşecektir. Francione, hayvanlarla ilgili görülen davalardan örnekler vererek, hayvanlara yönelik bariz işkencelerin bile mevcut hukuk sistemlerinde nasıl meşrulaştırıldığını gösteriyor. Ona göre, kölelik sorunu nasıl ki kölelerin durumlarını düzelterek çözülemediyse, hayvanların kurtuluşu da ancak hayvanların mal statüsüne son verilmesi ile mümkündür. Peki, bu konuda umut var mı? Yerleşik kanılarımızı sarsacak bu kitaba önsözüyle katkıda bulunan bir başka önemli hayvan hakları savunucusu Alan Watson şöyle söylüyor: “İnsan-hayvan ilişkileri etrafındaki tartışmaların uzun bir geçmişi var, ama ufukta herhangi bir çözüm görünmüyor. Yine de bence bu konudaki bakış açısı değişmek üzere. Francione’nin bu cesur ve ufuk açıcı kitabının, biz insanların hayvanlara yönelik bakışımızda ve bu bakışın onlara karşı davranışlarımıza yansıma biçiminde bir dönüm noktası yaratacağına inanıyorum.”
ÖNSÖZ
Alan Watson
Siyasî ve sosyal tarihimize kayıtsızlık damgasını vurur: köle adı verilen insanlara karşı, beyaz olmayanlara karşı, eşcinsellere, kadınlara ve hayvanlara karşı kayıtsızlık. Baskıya karşı toplumsal isyan, genellikle aşırılıkla ve şiddetle kendini gösterir. Böyle olmadığında, aniden ve entelektüel bir fikrin sonucu olarak ortaya çıkabilir. Köleliğe karşı yürütülen mücadele tamamen olmasa da büyük ölçüde başarılı oldu ve hâlâ sona ermedi; ırk ya da cinsiyet ayrımcılığına, homofobiye karşı yürütülen mücadeleler de öyle. İnsan/hayvan ilişkileri etrafındaki tartışmaların uzun bir geçmişi var, ama ufukta herhangi bir çözüm görünmüyor. Yine de bence bu konudaki bakış açısı değişmek üzere. Profesör Gary Francione’nin bu cesur ve ufuk açıcı kitabının, biz insanların hayvanlara yönelik bakışımızda ve bu bakışın onlara karşı davranışlarımıza yansıma biçiminde bir dönüm noktası yaratacağına inanıyorum.
İnsan düşüncesi ile yaklaşımlarındaki köklü değişimler her zaman korkutucu ve sancılı olur. Pek çoğumuzun, mevcut durumun korunmasında büyük çıkarları vardır. Bağımsızlık Bildirgesi “bütün insanların eşit olarak yaratıldığının, Tanrı tarafından yaşam, özgürlük ve mutluluğunu sağlamak gibi devredilemez bazı haklarla donatıldıklarının, kanıtlanmaya ihtiyacı olmayan hakikatler olduğunu” ilan ediyordu, ama unutmayın ki tam da aynı dönemde ABD sınırları içinde milyonlarca insan köle konumundaydı. Siyasî ve entelektüel liderler, bağımsız ülkelerinde kurmak istedikleri toplumun çatısını oluşturmak üzere bir araya geldiklerinde, hazırladıkları anayasada kölelik kurumu muhafaza edilmişti. Anayasa taslaklarını kaleme alanlar adil ve ahlaklı bir toplumun olmazsa olmaz unsurlarını belirlerken, köleliğin ahlakîliğini ciddi olarak sorgulamadılar. Her insanın içsel bir değer taşıdığı ilkesi üzerine kurulduğunu ilan eden bir toplum, bazı insanlara cansız nesnelerden farksız birer eşya gibi muamele edilmesinde hiçbir sorun görmeyen bir siyasî sistemi onayladı ve bu sistemden kâr sağladı. Yüksek ahlak değerlerine, derin dinî inançlara, hatırı sayılır eğitim düzeyine ve düşünme kabiliyetine sahip insanlar, bu trajik çelişkiyi göz ardı edip temelde kendilerinden farkı olmayan insanları ahlakî topluluktan dışlayabildiler.
Kölelik kurumu bazı insanları nesne konumuna soktuğundan, bir köle sahibinin, kendi çıkarına olduğu sürece, kölesinin her türlü çıkarını göz ardı etmesi yasaldı. Köleliği daha “insanca” kılmak isteyenler, malını kendi çıkarları doğrultusunda kullanan bir köle sahibine karşı kölenin çıkarlarını koruyamazlardı. Özgürlük yolunda adım adım ilerlemek mümkün değildi. Kölelik kurumu, “reform”larla düzeltilemezdi. Hâlâ başkalarının malı olan kölelere bazı haklar bahşetmek çözüm getirmezdi. Taktik ve insancıl reformlar yeterli olmadı. Sorun, kanlı çatışmaların ardından köleliğin toptan kaldırılmasıyla çözüldü.
Gary Francione, şimdi hayvanları kullanma biçimlerimize ve onlara yönelik davranışlarımıza meydan okuyor. Hayvanlara sözümona “insanca” muamele etme ilkesi gibi bahanelerin arkasına gizlenmekten vazgeçip, bu dünyayı paylaştığımız hayvanlara karşı davranışlarımızla ilgili kanunların ve düzenlemelerin de gösterdiği gibi, onlara aslında ciddiye alınacak çıkarları olmayan birer nesne gibi davrandığımızı kabul etmemizi istiyor.
Peki nasıl oluyor da hayvanlara bu şekilde muamele edebiliyoruz? Hayvanlara “iyi” davranmak gerektiği, hepimizin üzerinde anlaştığı ender ahlak kurallarından biri değil mi? Francione’nin kitabı, insanca davranış ilkesinin hayvanlara yönelik bakışımızın üzerini örten bir kılıf olduğunu ve hayvanların çıkarlarını ciddiye aldığımızı sanarak kendimizi kandırmamıza yol açtığını gösteriyor. Hayvanların çıkarlarını ciddiye alan bir toplum, başka yiyecek seçenekleri varken sırf etlerinin tadı hoşlarına gidiyor diye her yıl milyarlarca hayvanı öldürmezdi; sınaî hayvancılıkta ya da bilimsel deneylerde işkencelerle dolu bir hapis hayatı sürmelerine göz yummazdı; hayvanların rodeo ya da sirk gibi sözümona eğlencelerimiz uğruna acı çekmelerine izin vermezdi. Francione’nin, sözde insanca muamele ettiğimiz hayvanları bile nasıl sömürdüğümüzü gösteren keskin suçlamalarından sonra, hayvanlara karşı toplumumuzda zaten izin verilmeyen kötü muamele biçimleri düşünmek için hayal gücümüzü epey zorlamamız gerektiğini anlıyoruz.
Francione insanca muamele ilkesinin pratikte işe yaramamasını, ahlak kuramında bulunan ve hayvanlara yönelik zulme karşı yasalarda benimsenen kavramsal bir hataya bağlıyor. İnsanca muamele ilkesinin kökleri 19. yüzyılda yaşamış filozof ve hukukçu Jeremy Bentham’a dayanıyor. Bentham, hayvanların sözümona akıl sahibi olmadıkları ya da bir dili kullanarak iletişim kuramadıkları için insanların onlara eşya gibi muamele edebileceğini ve onlara karşı hiçbir dolaysız ahlakî yükümlülükleri olmadığını savunan görüşe karşı çıkıyordu. Bentham’a göre hayvanların ahlakî statüsü olduğunu gösteren tek özellik hissetme yetisi, yani acı ve ıstırabın farkına varmalarıydı. Ünlü bir pasajda şöyle diyordu: “Yetişkin bir at ya da köpek, ussal kapasitesi ve iletişim yetileri bakımından, bir günlük, bir haftalık, hatta bir aylık bir bebekle kıyaslanamayacak kadar gelişmiştir. Kaldı ki öyle olmadığını farz edelim, bunun ne önemi olurdu? Asıl soru, ‘akıl yürütebiliyorlar mı’ ya da ‘konuşabiliyorlar mı’ değil, “acı çekebiliyorlar mı’ sorusudur.”
Francione’ye göre sorun şuydu: Bentham köleliğe karşı çıkıyor, ama hayvanların insanların malı olmalarını asla sorgulamıyordu. Dolayısıyla, insanların çıkarlarıyla hayvanlarınkini “dengelemeyi” gerektiren ve bu yönüyle de hayvanların çıkarlarının ahlaken önemli olduğunu kabul eden insanca muamele ilkesi pratikte işe yaramamaya mahkûmdu, çünkü Bentham’ın dönemine göre ilerici sayılan görüşü çerçevesinde bile hayvanlara hâlâ sadece insanların kaynağı olarak bakılıyordu. Yani insanca muamele ilkesi bile hayvanların birer nesne olduğunu onaylıyordu.
Francione, köleliğin kaldırılmasından çıkarsadığımız en az bir ders olduğunu söylüyor: Bir insan ahlakî topluluğa dahil olacaksa, o insana salt başka insanların amaçlarına hizmet eden bir araç muamelesi edilemez. Bir insan başka bir insanın kaynağı olamaz. Hayvanların çıkarlarını ciddiye alma iddiasındaysak, onlara, sadece insanca muamele etmekle yükümlü olduğumuz birer kaynak olarak bakmaya devam edemeyiz. Francione, çıkarları haklarla korunan bir grup ile böyle bir korumadan yoksun olan bir diğer grup arasındaki çıkar çatışmalarını çözme iddiasında olan “melez” sistemlerin, ikinci grubun mensuplarının çıkarlarını koruyamayacağını savunuyor.
Francione’nin kuramının özgün yanı, Tom Regan’ın The Case for Animal Rights’ta yaptığı gibi geleneksel liberal hak kuramına dayanmıyor olması; ya da Hayvan Özgürleşmesi adı kitabında doğrudan Bentham’a dayanan bir kuram geliştiren Peter Singer gibi faydacı kuramdan yararlanmaması. Francione, ister hak anlayışına, ister faydacılığa, ister eko-feministlerin “şefkat etiği”ne dayansın, her ahlak kuramının parçası olması gereken eşit gözetilme ilkesi uyarınca hayvanlara kaynağımız olarak muamele etmeyi ve onları kaynağımız olarak kullanmayı reddetmemiz gerektiğini savunuyor. Bu gereklilik hayvanlara yönelik ahlakî yükümlülüklerimizle ilgili görüşlerimizde ciddi değişiklikler yaratacaktır, çünkü hayvanların nesne statüsünde olduğunu reddeden her kuram, hayvanların kullanılma biçimlerini kurallara bağlayıp “insanca” hale getirmeyi değil, hayvanların sömürülmesine toptan son verilmesini hedeflemek zorundadır.
Francione, mülkiyetin tarihinden ve hayvanların, onlara sadece insanlarca biçildiği kadar değer taşımalarına dayanan ekonomik statülerinden yola çıkarak, doğru bir gözlemde bulunur: Hayvanlar salt birer meta olarak görülmeye devam ettiği sürece onlara karşı davranışlarımızda anlamlı değişiklikler gerçekleşmesi mümkün değildir. Ama asıl önemlisi, hayvanlar insan amaçlarına hizmet eden birer araç olarak muamele gördüğü müddetçe onların çıkarlarının hiçbir zaman insanlarınki kadar önemli görülmeyeceğini söyler. Tıpkı kölelikte olduğu gibi, eşit gözetilme ilkesi hayvanlara hiçbir zaman uygulanamaz çünkü onların çıkarları her zaman sistemli biçimde önemsizleştirilecektir. Sonuç olarak hayvanlar, Bentham’ın sözleriyle, “değersizleştirilerek nesne sınıfına sokulacaklar”dır.
Francione’ye göre, benzer durumları benzer şekilde ele alma ilkesi uyarınca, insan olsun hayvan olsun hissetme yetisine sahip herhangi bir canlıya salt bir kaynak olarak muamele edemeyiz. Ona göre, hayvanların çıkarlarının herhangi bir ahlakî önemi olacaksa, onlara tek bir temel hakkı, eşya muamelesi görmeme hakkını tanımak zorundayız. Hayvanları sömürdüğümüz pratikleri kurallara bağlamak yerine, tümüne son vermeliyiz. Francione, hayvanlara nesne muamelesi etmememiz gerektiği ilkesinin ilk bakışta göründüğü kadar radikal olmadığını söyler, çünkü halihazırda hayvanlara “gereksiz” acı çektirilmemesi gerektiğini savunuyoruz ve hayvanları kullandığımız durumların ezici çoğunluğu hiçbir bakımdan gerekli değil. Gerçek çatışma hallerinde ya da acil durumlarda insanların çıkarlarına öncelik verebiliriz – örneğin yanan bir binadan sadece tek bir canlıyı kurtaracak kadar vaktimiz varsa, içerdeki hayvanın yerine insanı kurtarmayı tercih edebiliriz; ama hayvanlara nesne muamelesi ederek yapay çatışmalar yaratmaktan vazgeçmemiz gerekir.
Francione’nin sarih bir dille ve ikna edici bir şekilde ifade ettiği argümanlarını dikkatle okuyanlar, hayvanlara karşı davranışlarımızın, onların çıkarlarını önemsediğimiz iddiasıyla çeliştiğini göreceklerdir. Francione, hayvanlarla yeni ve bambaşka bir ilişki kurmamızın şart olduğunda, kurumlarımızı, sanayimizi, çevreyle ilişkilerimizi köklü biçimde değiştirmemiz gerektiğinde ısrar eder.
Rahatsızlık verici gerçeklerle yüzleşmek kolay değildir. Francione bize hayvanlara karşı davranışlarımızın gerçek yüzünü gösteriyor. Ve hayvanların çıkarlarını ciddiye aldığımız iddiasını buna rağmen öne sürüp süremeyeceğimizi düşünmemizi istiyor. Francione, inkârımızın karanlıkta bıraktığı noktaları aydınlattığında, hayvanları sömürmemizi meşrulaştırmak için ileri sürdüğümüz gerekçelerin, tıpkı kölelikte olduğu gibi, ziyadesiyle boş ve ikiyüzlü gerekçeler olduğunu görüyoruz. Francione’nin kuramı radikaldir, ama bütün devrimci fikirler gibi gayet basittir. Onun kuramında, “Ben bir insanım” diye haykıran kölenin sesi yankılanır.
Francione’nin 1995’te yayınlanan Animals, Property, and the Law başlıklı kitabı, hayvanların hukukî statüsünün ciddi akademik çalışmalara konu olmasının başlangıcını temsil eder. Francione o kitapta hayvanların mal statüsünü net biçimde analiz etmiş, bugün hem üniversitelerde ve hem de popüler medyada devam eden tartışmanın ana hatlarını çizmiştir. 1996’da yazdığı Rain without Thunder: The Ideology of the Animal Rights Movement adlı kitabı, Amerikan hayvan hakları hareketi üzerine bir incelemedir. Francione söz konusu hareketin genel olarak hayvan hakları tavrını benimsemediğini, hayvanların sömürülmesine son vermek yerine sömürünün kurallara bağlanmasını hedeflediğini iddia eder.
Elinizdeki kitapta Francione, yaygın kabul gören ahlak görüşlerimizden yola çıkarak bir havyan hakları kuramı oluşturuyor. Hayvan etiğiyle ilgili zor meseleleri ele almasına rağmen, konuya ilgi duyan herkesin rahatlıkla anlayabileceği, olağanüstü açık bir dille yazmayı başarıyor. Keskin zekası, derin içgörüsü ve hayvan hakları alanında ülkenin önde gelen hukukçusu olarak edindiği engin birikimle Francione, insan/hayvan ilişkisine yönelik eski yaklaşımları sarsan bir analiz sunuyor ve bu ilişkiyi tanımlamak için yaratıcı ve etkili bir kuramsal temel sağlıyor.
Son dönemde ABD’de hukuk fakültelerinde açılan hayvan hakları derslerinin sayısındaki artış dikkat çekiyor. Kuşkusuz Francione’nin verdiği derslerin, kaleme aldığı eserlerin ve kamu davalarına yönelik incelemelerinin bu gelişmedeki payı çok büyük. Francione, meslektaşı Anna Charlton’la birlikte Rutgers Hukuk Fakültesi’nde on yılı aşkın bir süredir hayvan hakları hukuku dersi veriyor ve hayvanlarla ilgili davaları inceleyen tek hukuk fakültesi projesinin başkanı. Daha önce, ikimiz de Pennsylvania Hukuk Fakültesi’nde çalışırken, hukuk felsefesi dersinde hayvan haklarını işliyordu. Kendisiyle benzer görüşleri ifade eden başka insanlar olsa da, Francione’nin eserleri bu inceleme alanındaki standartları oluşturmuş bulunuyor.
Beni tanıyanlar, bu önsözü yazmış olmamdan ötürü şaşırabilirler. Çünkü yetişkin hayatımın büyük kısmında kuş ve balık avladım. Bugün bile, İskoçya’dan ayrılmamın üzerinden 20 yıl geçmiş olmasına rağmen, en iyi dostlarım av ekibinden arkadaşlarımdır. Gary Francione’yle, derslerine girdiği arkadaşım Profesör David Yalden-Thomson vasıtasıyla tanıştım. David’le haftanın üç günü Virginia’da ördek ve kaz avına giderdik. Ama avlanmayalı yıllar oldu. Sık sık, balık tutma niyetiyle South Carolina’daki çiftliğimize gidiyorum. Ama oltalarımı en son ne zaman yanıma aldığımı bile hatırlamıyorum. Çiftlikte bir kulüp tarafından düzenlenen bir güvercin avı yapılacaktı, beni de çağırmışlardı. Onlara gidip gitmeme konusunda kararsız olduğumu söyledim. Sonunda gitmedim. Bir daha kuş öldüreceğimi hiç sanmıyorum. Hayvan eti yemeye devam ediyorum, ama çok daha ender olarak. Ama balık tutmaya devam edeceğim kesin. Yani bir çatışma yaşıyorum. Bunu açıklamaya çalışmayacağım, çünkü açıklayamam. Ama şunu söylemem şart: Eğer 1850’lerde, bugünküne benzer koşullarda (yani Güney’de, pamuk tarlalarıyla çevrili aile çiftliğimde) yaşıyor olsaydım, vicdanen (umuyorum ki) rahatsızlık duysam da, köleliğe karşı olmazdım.
Athens, Georgia
1 Mayıs 2000